697650

Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim: “Ya bir kahraman olarak erken öl ya da bir hain olacak kadar uzun yaşa.” Fatih Terim Bulvarı’nda Euro 2016’nın baştan kokmasının sebebi artık yaptığı işin son tangosunun gelmiş olmasından. Fatih Terim’in futbol literatüründe şu son turnuvadaki mağdur, egosantrik ve hüzünlü durumu; kendinden 35 yaş küçük kızla Paris’te aşk yaşayan Marlon Brando psikolojisinde şu an. Haklı mıdır, haksız mıdır pek bilemiyorum ve işin o kısmı sanıyorum kimseyi de ilgilendirmiyor. Ancak bu turnuvanın artık Fatih Terim’in antrenörlük hayatı için bir tükenişten başka bir şey olmadığını anlamak için medyum olmaya gerek yok.

Terim, hiçbir zaman iyi bir taktisyen olmadı; bunu biliyoruz. Futbol tarihimize etkisi taktikten çok başka şeylerle oldu. Evet, Terim’in başardıkları bir daha başarılabilir mi bilmiyoruz ama hemen her efsane teknik direktörün 20 yıldan daha fazla üst düzey etki bırakamadığı ispatlanmış durumdayken, taktik disiplinden başka şeylerle futbola yön veren Sinyor’dan, daha fazalasını beklemek de biraz ayıp oluyor. Terim, 4-4-2 sisteminde fizik güç ve presin uygulanabildiği içe kat eden orta sahalar, pres yapan ve stoperi boğan çift ciğerli santrforlar ve gidip gelirken ölmemeyi başaran sprinter beklerle oynanabilen bir futbolu iyi biliyor. Üst düzey futbol tarihimize antrenör olarak girdiği 92 Olimpik Milli Takımı’ndaki parçalar da tam da bu sisteme uygun parçalardı. O nesil, Terim’in elinde büyüdü, değer kazandı. Aynı zamanda o nesil Terim’i de büyüttü. Hakanlar, Okan, Sergen, Suat, Bülent, Alpay, Rüştü jenerasyonuyla Türk Futbol Tarihi’nin makus tarihini değiştirdiler. 96 Avrupa Şampiyonası elemelerine sondan bir önceki torbadan girip, İsviçre’nin ardında kalıp, son Dünya Kupası’nın üçüncüsü olmuş ama nesil değiştiren İsveç’i ve çöküşteki Macaristan’ı geçerek 2. Oldu o takım ve ilk kez 16 takımla düzenlenen Avrupa Şampiyonası’na gitti.

Terim’in kura şansı denilen şey, o günlerde bilinmiyordu. Sonradan anlaşılacaktı. Terim için yanılgılarımız var; futbolu bilmiyor değil. İyi bir oyun görüşü var. Çok cesur. Kazanma müptelası. O egoyu zaten ayakta tutan şey kazanabiliyor olmak. Ve Sepp Piontek gibi bir altyapı uzmanının yanında modern futbolu öğrendi. Piontek ona Total Futbol’u öğretti, Terim de ona cesaret ve motivasyon katarak bir nesli müptela haline getirdi. 2000’de Fiorentina’ya imza attığındaki basın toplantısında kırık İtalyancası’yla verdiği cevabı unutamam: Muhabir, “Sizin pres dolu ve sürekli hücumu düşünen 4-4-2’nizin futbol için bir devrim olduğunu düşünüyor musunuz?” diye soruyordu. Terim’in yanıtı, Piontek’ten yalnızca antrenman metodları öğrenmediğini ispat ediyordu: “Futbola Rinus Michels’den beri bir devrimci geldiğini düşünmüyorum.”

Milan’da neler oldu? Neden olmadı? Her egonun dayandığı başka bir ego vardır. Michels’i bilenler de onun ne kadar deli bir egoist olduğunu, Cruiff’la ne kadar ters düştüğünü ama sonra ille de onunla çalıştığını bilirler. Akılların yanında önemli alt akıllar olmalıdır. Hagi gibi örneğin. Taffarel gibi. Silik bir örnek gibi görünse de hiç de boş olmayan Metin Tekin gibi. Hamit Altıntop gibi, Ümit Davala gibi, Hasan Şaş gibi… Milan’da tercümanla yalnız başına kalmamak gerek mesela. En azından Müfit Erkasap’la yan yana olmak lazım. Pirlo’nun biyografisindeki o malum paragrafı okumayan varsa aşağıda paylaştım:

“Carlo Ancelotti ve Silvio Berlusconi’nin farklı fikirleri vardı ancak ortak değerleri mevcuttu. Bunu Fatih Terim başta olmak üzere takımın başına geçen diğer teknik direktörler için söyleyebiliriz. Fatih Terim dikkat çekici bir insandı. Kurallara alerjisi var gibiydi. Onun Milan’ın başına geçtiği ilk günlerden bu yana sonunda görevinden ayrılacağı oldukça belliydi. Fatih Terim Milan’ın başına geçmeden önce ona istediği her şeyi yapabileceği kulüplerde çalışmış bir teknik direktör. Ancak Milan’da durum farklıydı ve bazı davranışlarının tolore edilemeyeceği belliydi. Bazen yemeklere geç geliyordu ve resmi davetlere kravatsız katılıyordu. Bazen Adriano Galliani’yi masada yalnız bırakıp “Bizi Bizi Gözetliyor” programını izlemeye gidiyordu. Onu bazen Milano’da parlak ‘John Travolta’ kıyafetleriyle gezinirken görebilirdiniz. O dönemde kendisinin gölgesi gibi olan ve medyayla ilişkisini kesmesini istediği çılgın bir tercumanı vardı. Milan’da iletişim her zaman çok önemlidir. Ancak Fatih Terim’in tercumanı da her zaman kendisinin anlattıklarını bize iletmeden sorun yaşadı. Bazen Fatih Terim bize 5 dakika boyunca bir şey anlatıyordu ancak tercuman antatılanları bize 5 saniyede özetliyordu. Göreve başladığı günlerde yaptığı toplantıları ise unutamam. Elindeki tebeşirle tahtaya 11 daire çizerdi. Her futbolcuya 1 daire gibi… Konuşmasına başladığından ortasına gelene kadar tahta oklardan ve karmaşık çizgilerden yuvarlaklar içinde kimin olduğu belli olmayan bir görüntü olurdu. Sadece kalecinin pozisyonunun yerinin değişmediği bir kaos. Bir keresinde “Costacurta buraya gitmen gerekiyor” dedi. Ben de dayanamayıp,“Patron, gösterdiğin dairede benim 64437olmam gerektiğini söylemiştin, Costacurta’nın değil” demiştim. Konuşma devam ettikçe savunma ve hücumcular arasındaki daireler karışmaya başlardı. Kendi aramızda bu karmaşık durumla ilgili Berlusconi’nin hayali olan 2-4-4 formasyonu olabileceği konusunda şakalaşmaya başladık. Üzülerek söylemem gerekir ki, Terim’in taktik bilgisinin sınırlı olmasını ve soyunma odasındaki ateşli motivasyon konuşmalarından ibaret olduğunu anlamamız uzun sürmedi. Bu planı başka takımlarda geçerli olabilirdi ancak burada olamazdı, olmadı da… Milan’da kalmak için bunlardan daha fazlasını yapmaya ihtiyacı vardı…”

Burada benim takıldığım şey, Terim’in İtalya güncesinin 2016’da, bu kriz günlerinde ortaya çıkmış olması. Bunun da sebebi tam da Terim’in mağlup olmasıyla paralel ölçütlerde: Nesil değişiyor, teknoloji değişiyor, Türkiye dışarıya her zamankinden daha açık nesiller yetiştiriyor ve bilgi toplumu devrimi hızla arkasında leşler bırakıyor.

PlayStation çocuklarıyla bağ kurmak o nesil için kolay değil
Terim’in yaş grubu, yani 1950 civarı doğumluların bilgi toplumu devrimi içerisinde var olabilmeleri o kadar da mümkün değil. Hele işi genç nesillerle çalışmak olan genel müdürler, patronlar, yöneticiler için çok imkansız bir hikaye bu. Ülke, devrimi yakalayamayıp erken emekli edilen adamlarla dolu. Trapattoni, Capello, Hiddink, Ericsson, Van Gaal, Magath gibi Terim’in dönemdaşı adamların artık modern takımlarla bir şeyler yapamayıp ya emekli olması ya da yollarını Uzak Doğu’ya yöneltmesinin altında da bu yatıyor: Yeni nesille çalışmak için onları daha fazla anlamak lazım. Profesyonelleşen ve hızla bilgi olarak dışa açılırken psikolojik olarak kapanan dünyaya ayak uydurmak gerek. Terim ve yaşıtlarının sahip olduğu değerlerin yeni nesil tarafından anlaşılmasını beklemek, onlar adına iyimserlik ve “yeni nesil de pek bozdu” diyen dede yorumundan başka bir şey değildir. Terim’in kariyerine baktığımızda, gazla çalışan takımlarda bir şeyler yapabildiğini görüyoruz. Son Galatasaray macerasında da Emre Çolak, Engin Baytar, Necati, Melo’yla, Semih’le başarılı olmasının altında yine gazla çalışan adamlar olmaları yatıyordu. İkinci sene bu kez Burak’ı aynı topa soktu hoca. Ama bunun yanında çok önemli saha içi liderleri vardı. Selçuk gibi başarıya aç bir çocuk; Muslera, Ujfalusi, Elmander, Hamit gibi profesyonel ötesi, sorumluluk sahibi çocuklar… Terim tam da ikinci döneminde arayıp da bulamadığı malzemeleri toplamıştı işte. İsviçre’nin akıl hastası adamı Shaqiri’nin peşinde koşması da bundandı zaten. Ama Terim, örneğin bulduğu hiç bir genç yabancı yıldızı oyuna dahil edemedi kariyerinde. Çünkü temel eğitimleri eksik olan adamları geliştirmeyi bilmiyordu. Bruma’nın, Felipe’nin, Fabio Pinto’nun, Tamas’ın, Petre’nin onun elinde “olmama” sebebi de buydu. Sistemi sistemsizlik olan bir oyun icat etmişti, birileri buna “kaos futbolu” deyince de yeri yerinden oynatıyordu. Terim’in taktik tahtasında yaptığı devrimsel hareketleri bir düşünsenize: Geri düşerse 2. Forveti alır; ya 4-5-1 başlar, ya 4-4-2… 10 numarası ve 2 santrforu varsa, 2000 öncesi 4-3-1-2 oynardı; 2000’den sonra herkes savunma yapmayı ve kontayı öğrenince de 10 numarayı sola hapsetti. Ne zaman farklı bir şey denediğini gördünüz? 2008’deki hazırlık maçlarında denedi evet. Ve o berbat Portekiz maçıyla, İsviçre maçının ilk yarısında. Terim, 2008’de 4-3-3’e taktı kafayı. Emre’nin sol içten sağ açıktaki Mevlüt’e çıkarttığı diyagonal pasların ana hücum planı olduğu bir oyunu denedi. Nihat’ın ana santrfor, Tuncay’ın da sözde sol açık olduğu çolak bir oyun. Yedi mi? Yemedi. Çünkü Terim, o oyunu özümseyemiyordu. Özümseyemezdi. 4-4-2 varyasyonlarından başka bir şey temel eğitiminde yoktu. Sonra Gökhan Zan’ı stopere koyup 3 stoperli oynadığı, sözde 3-5-2, temelde 5-3-2 olan oyun… Yedi mi? Hayır. Antonio Conte o oyunla belki de 15 güne İtalya’yı Avrupa Şampiyonu yapacak. Ama ne Terim, ne altyapılarda oynayan çocuklar bu oyunu bilmiyorlardı. Son olarak Burak sakat olduğu ve Arda’nın kondisyonu olmadığı için son elemelerde mecburi denediği 4-6-0… Burak iyileşince de hemen döndü zaten. Çünkü Terim’in başka bir planı yok. Olamaz da… Bilemez de… Hala Türkiye’de, kıvamında adamları bulup bir şeyler yapar ama global pazarda o oyun yemez.

Yenmeye geldikten “bu seviyeler böyle”ye…
Eskiden Terim’i bilenler, onun hep “yenmeye geldik” tiradlarını hatırlarlar. Şimdilerde ise Terim’in, yeni gençlerinden öğrendiği “bu seviyeler böyle” lakırdılarını dinliyorlar. Çünkü Terim, artık “bu seviyeler”e yetişemeyeceğinin farkında. Çünkü artık anlamadığı, bilmediği bir oyun oynanıyor ve 20 sene önce, it gibi koşturduğu çok ciğerli adamlardan çok daha gelişmişleri piyasada artık. Fatih Terim, bunu 2008’de de farketmişti, son Galatasaray macerasında da… O nedenle beceremeyeceği işi, Scott Piri’ye verdi. Klinsmann’ı aradı, Almanya’yı 2006’da “değiştiren” adamı, Piri’yi buldu. Bu nedenle o turnuvada “biz bitti demeden bitmedi”. Piri, çılgın bir kondüsyon yüklemesiyle sistemsiz takımı fiziken diriltti. Terim’in sözde 4-3-3’ten, Arda’lı, Semih’li 4-4-2’ye dönmesiyle de Terim’in bildiği oyuna dönüldü.

Yeni bir planınız olana kadar en iyisi en iyi bildiğinizdir. 
2008’de böyle oldu. 2012’de devrede Necati gelince de böyle oldu. Ve şu anda sırtı dönük santrforun yok… Cenk var elinde bir tek o da 20 dakika ortalamayla sezon bitirdi. Terim’in vefakarlığı paragrafına da girelim: Sözde vefalı Terim… Kendisine yamuk yapanın gözünün içine bakmayan bir vefa anlayışı… Ömer Toprak, vefanın ne olduğunu Hakan Şükür’e sorabilir mesela… Arif, Bülent, Hakan Ünsal, Suat nasıl kadro dışı kalmışlar? Sorabilirler… İşi bitince Necati’ye, Ujfalusi’ye kapıyı gösteren, Prens Emre’nin, Fatih Akyel’in, Hamit’in, Ceyhun’un yeniden şahlanması için kılını kıpırdatmayan da o… Mesela Şenol Güneş, elindeki çöpü bile cilalarken, Terim onun cilalılarıyla Cilalı Taş’a geçti. Hep aynı terane… Burak’ı bir üst seviyeye çıkarttı mı örneğin? Kimi çıkarttı?

Euro 2016? Ve şimdiye gelelim: Niye olmadı Euro2016? Arda’yla neden sürtüştü? Bu takımı niye tutamadı elinde? Hep disipliniyle bilinen Terim mentalitesi, koçum / aslanım kültürü neden bu nesilde olmadı? Çünkü Terim, hep iyi bir manipülatördü ama artık medyayı kontrol edemiyordu. Yeni medya onun deyim yerindeyse içinden geçiyordu. Hep istediği şey oluyor, Türk Futbolcular tıkır tıkır yurt dışına çıkmaya başlıyordu. Ligdeki yabancı sınırını da bu olsun diye kaldırtıp, yüzümüzü Avrupa’ya çeviriyordu. İşte tam da burada çakıldı hoca: PlayStation’la büyüyen internet çocukları, yurt dışında yeni dünyaları öğrenip, başka profesyonellik seviyelerinden geçtikçe Terim’in taktikleri ve stilinin ne kadar demode olduğunu farketmeye başladı. Simeone’yle, Luis Enrique’yle, Wenger’le, Klopp’la, Van Gaal’le, Mourinho’yla çalışmış çocuklar, Terim’in pek de matah bir hoca olmadığını anlıyor; maç içinde ya da öncesinde yaptıklarının yanlış olduğunu düşünüyordu. Sistemleri demodeydi. Oyun “o seviyelerde” böyle oynanmıyordu. Çocuklar fark etmeye başladılar.

17 yaşındaki Prens Emre’nin elinden anahtarını alabiliyordu o dünlerde. Şimdi futbolu Wenger’den öğrenen Oğuzhan’a aynısını yapmayı denesene? Yapamayacağını farketti. Terim, bu nesille de bir baba yaklaşımı kurdu. Ama her baba oğul ilişkisindeki çatışmalar, Oedipus teoreminden çıkarak Terim’in kafasında sallanan Demokles’in Kılıcı’na dönüştü. Oedipus gibi düşünün, ya da kara film gibi: Arzunun nesnesi bu kez Femme Fatale değil, “ben biliyorum arkadaş” vurgusunu tüm aleme ispat etmek. Arda, “ben bu takımın lideriyim” derken Terim, “benim ulan” dedi içten içe… Kol kırıldı, yen dışarı sıçradı ve başıbozuklar ordusu rezil oldu çıktı Fransa’dan… Bu yazıyı Çek Cumhuriyeti maçından önce yazıyorum ve sonuç ne olursa olsun fikirlerim değişmeyecek. Bu nesil, Terim’in baba gibi yaklaşabileceği ve milli değerler vb. konularla gaza getirebileceği son nesildi. Gelecek nesillerde artık bu “milli değerler”in yerini profesyonellik alacak. Ömer Toprak için kendi canı elbette ki “milli değerler”den önemli olacak. Hakan Çalhanoğlu elbette ki kendi kariyerini düşünecek. Almanya’nın 3. Nesili tabii ki Almanya’yı seçecek. Hakan’ın ya da Emre Mor’un Türkiye’yi seçmesi, onların sapan değerler olması… Doğru olan tabii ki Emre Can’ın yaptığı, İlkay’ın Mesut’un yaptığı. Ama bunu Terim ve “vatan millet”çi algısının anlaması mümkün değil. Bu çocuklara ne vaat ediyorsun? Vatan borcu mu? Bırak allahaşkına…

 Ve medyayı yönetmek… 
Medya artık yönetilemiyor hocam! Herkes çatır çatır yazıyor artık. İşte bu yüzden Pirlo’nun biyografisi hemen çevriliyor ve ilgili yazı haşırt diye gündeme oturuyor. Eskiden ana medya gündemi belirliyor, onu tutunca her şey oluyordu. Ana medyayı Terim’in iki jesti bir mimiği belirliyordu. Şimdi yeni medya gündem belirliyor.

***

Geçen gün berberde, çok konuşan ve kadın düşkünü berberimin muhabbetinden aklımda kaldı: Berberim Osman, cumaya gitmiş; hocaya “hocam ramazan ama benim kadınlara gözüm kayıyor. Oruç bozulur mu? Caiz midir?” diye soruyor. Hoca da “Oğlum bakmak günah değil. Göz kayar. Önemli olan ikinci kere bakmamak” diyor. Bizimki de konuyu şöyle çözüyor: “Abi hoca böyle dedi ya… Ben de şimdi bir kere bakıyorum, uzun uzun bakıyorum. Böylece orucum bozulmuyor”. Yeni nesil bu seviyede hocam. Terim’in de her zaman söylediği gibi:“bu seviyeler böyle”.

0 230