adorno

“are you watching closely?”

bir christopher nolan filmi repliği… The Prestige filminden… İleride yine kullanırım da yerine oturdu… Yoksa konuyla hiç ilgisi var!

Bugün dersimde anlatacaktım sınıfa, arada kaynadı!

Daha önce anlattım: “Paralarımızı evlendilrelim mi?” diye de başlık attım sanırım. Sözüm ona Sir Arthur Conan Doyle, Sherlock Holmes’ün yazarı, 900’lerin başı Londra’sında, henüz sir olmadan ama delice tiyatrolara oyun yazıp para kırarken bir genç oyuncu yanına yaklaşır ve “size reddedemeyeceğiniz bir teklif sunacağım” der. Henüz Baba filmi olmadığından, hatta Lumierre Kardeşler’in sinemayı icadı henüz çok yeniyken gelen bu teklifi merak edip sorar Doyle: “nedir?”… Atlak ve Tony Starkvari kendine güvenli genç adam devam eder: “paralarımızı evlendirelim mi? ne dersiniz?” Doyle, bıyık altından güler. Doyle, bıyıklıdır. Ayrıca lafazandır da… Şöyle devam eder: “nasıl olacakmış o?”. Genç adam durmaz: “şöyle olacak; siz ve ben bugünden itibaren kazandığımız her şeyi bölüşeceğiz… Tahminen bugün haftada 1000 sterlin kazanıyorsunuz ben de 10… her hafta 505’er sterlini çebe atacağız…” Enayi yerine koyulmayı sevmez insan. Hele dünyanın en meşhur dedektifini yazmış parlak, kıvrak bir zekaysanız asla! “Benim ne çıkarım olacak bundan?” der Doyle… “Şimdilik bir çıkarınız olmayacak ama ben ileride çok büyük bir oyuncu ve yönetmen olduğumda siz de acayip zengin olacaksınız”…

Doyle tabii ki bu acayip teklifi reddeder ama 100 yaşını gören büyük yazar, kendisine bu teklifi yapan deli gencin Charlie Chaplin olacağını görecek kadar uzun yaşar!

Chaplin’in Modern Zamanlar filmi’nin bugün Bilim Felsefesi dersinde ufak bir girizgahını izleyince ne kadar özlediğimi ve unuttuğumu anımsadım. Göze soka soka yapılmış uçuk bir endüstri ve makinalaşma (ki o kelime makine değildir) eleştirisi olduğunu bile unutmuşum. 1935 yapımı filmde dönem insanının makinalaşmayla yaşadığı ambaleyi ve sağlıksız devinimi o kadar temiz anlatıyor ki Chaplin, bugün okullarda okutulmamasına şaşıyor insan.

Tam da günün konusu buyken ve dersin ana teması Marksizm temelliyken bir kaç yıl önce yaptığım çalışmalar gözümün önüne geldi, şu saatte açıp onları bir okudum yeniden. Farketmeden ne kadar geleceğe yönelik çalışmalar yapıyor insan okullarda? Sanıyorum iyi eğitimcilere denk gelmek de bir şans. Hepinizin hayatının gidişatına etki etmiş işleri sizlere sunmuş idealist öğretmenleriniz vardır. Bugün’ü dünden hazırlayan… Benim de öyleymiş… Doç. Ümit Tunak onlardan biri… Master’da bilimsel hazırlık dönemimde Sanat Tarihi dersime girerdi Ümit hocam ve sürekli bana can yakıcı konular verir dururdu. Fütürizm konulu bir makale yazmam için canını dişine taktı ki ben o dönem “bu faşistleri niye ciddiye alıyoruz” der dururdum! Bela Bartok’la ilgili araştırma yaparken, Bartok’un sanatının Frankfurt Okulu gözünden bir okumasını yapmamı ve ardından ustanın Türk Müziğine etkilerini bana araştırtmıştı. Ben bas bas bağırıyordum: “İletişim’den kaçıp Müzikoloji okuyorum ben! Ne işim var Frankfurt Okulu’yla!”. Ümit hocam kaşlarını çatıp, “ne olduğunun farkında değilsin” deyivermişti! O iletişim çıkışlı bir müzikolog hayal etmişti aklında… Ben de biraz ondan biraz bundan oluvermiştim. Bu kadar bağıran çağıran bana en sonunda dayanamayıp gerçek bir müzisyeni ödev verdi hocam sonunda. Yine faşizmin milli marşı olmuş, Hitler’in en sevdiği adamı: Wagner’i! Ve sonunda serbest bırakmıştı! İstediğim gibi müzik yazabilirdim işte… Ama ne yazdım biliyor musunuz? “Nietzsche vs. Wagner”… Hem de işin içinde Nietzsche olduğu için Erich Fromm’a kadar bulaşmıştım! Etliye sütlüye karışmadan insan gibi müzik yazamaz olmuştum! Zaten bünyede olan tarihçiliği ve kronoloji deliliğini hortlatmıştı işte hocam! Bir de işin içine bağıntıları ve fikir kümelerini eklemiştik! Al sana yeni bir sentez! Ümit hanım gülerek, “sen, müzik soslu iletişim masalcısı olacaksın” dedi bana! “ne demek bu?” dedim. “Kuralların var, gelenekçisin, zor kabul ediyorsun yeniyi ama sentez olunca kanın kaynıyor! Müzikoloji’ye bu ülkede devam etme” dedi… Çok kızmıştım açıkçası. İnat edip Master Tezimi verip Mimar Sinan’da doktorama başladım. Ama gitmiyordu, yürümüyordu, dar geliyordu galiba… Şimdiki aklımla söylüyorum; ortada bir kural var ve içinden geçiyorsunuz… Sabit bir doğru ve yanlışlanamayan bir genelgeçerlik… Bir gün bir tiyatro sohbetinde “Afitap’ın Kocası İstanbul” dedim sözgelimi… “Senin kocan Adorno” dedi bana hocam. Ümit Tunak bana o gün Theodor Adorno’yu işaret etmişti!

“Theodor W. Adorno (Theodor Ludwig Wiesengrund-Adorno), 11 Eylül 1903 yılında Frankfurt am Main‘de doğmuş ve 6 Ağustos 1969‘da İsviçre Visp, Visp, Valaisİsviçre‘de bir klinikte hayata gözlerini yummuş Alman felsefeci, toplumbilimci, bestekâr ve müzikbilimci.” olarak geçer Larousselar’da…  Lorenz Jäger: Adorno. Eine politische Biographie. isimli eserinde ustadan şöyle bahseder:

Adorno, sosyoloji ve felsefe profesörüydü. Aynı zamanda kompozitörlük de yapan bir müzikolog ve eleştirmendi. Düşüncelerinin ağırlık noktası toplumsal kritiğin bütününü oluşturduğundan bir toplum bilimci olarak da anılır. Nesnel olanın özdeşleşmesindeki “düşüncenin ilk ortaya çıkış formu” onun ideoloji kritiğinin diyalektini temsil ederken aracı olmaya çalışarak paylaştığı görünen dolaysızlığın ki bütün aşamalarında yine kendine dağılan değişkenliği, doğru düzleminde aracısız olarak varlığını kabullenmeliydi. Sanki kendi içinde, mantık sınırlarını aşmadan gelinen felsefik bir kritik noktada istençle yoğrulmuş, geriye bakmadan objektif verilerle beslenerek sakinleştirici özellik taşıyan bir denemeyi, düşüncenin asıl çıktığı yerin dışına taşırmak gibi.[1]

“Bir filozof ve toplum bilimci olarak Adorno’nun, Institut für Sozialforschung (Sosyal Araştırmalar Enstitüsü Frankfurt Okulu1950‘lerdeki totaliter antisemitizm ve üniversite öğrenci hareketinin kültürel kimliği ve kritiği bağlamında bütün nesnelliğinde objektifleştrmeye çalıştığı “Vatandaşlığın körleşen birlikteliği”ndeki değerlendirmesi günümüzde önemini hâlâ yitirmemiş olması açısından önemlidir.

Diyalektik der Aufklärung: Philosophische Fragmente (Aydınlanmanın Diyalektiği: Felsefi Fragmanlar), 1947, Max Horkheimer ile beraber yapılmış, kültür endüstrisi üzerine başlık taşır, Minima Moralia Reflexionen aus dem beschädigten Leben 1951 (Asgari Etik, hasar görmüş yaşamdan yansımalar), Ästhetische Theorie (Estetik Teorisi) 1970 posthum, Modern Müziğin Felsefesi 1949, Otoriter Kişilik, (Adorno yönetiminde bir çalışma grubu tarafından 1950‘de hazırlanmıştır), Negative Dialektik (Negatif Diyalektik) 1966‘da yayınlanmış başlıca eserleridir.”

Adorno, dostu ve kürsü arkadaşı Horkheimer ile beraber sosyoloji ve iletişim tarihinin en önemli eleştirel / kritisist hareketinin başını çeken adamdır. Marksist temelli, makinalaşmanın insanın bireysel alanlarına sızdığını ve günümüzde hala çatır çatır geyiği yapılan “bu dünyada bilinmez bir düzenin piyadeleriyiz” anlayışının ilk net eleştirilerini getirmiş bir ekolden söz ediyoruz. Kültür endüstrisi kavramını ilk ortaya atan ekolün babası Adorno!

Ve yazı aktıkça aklıma düşen, düşmesi beklenen tarihsel dönem, dönemsel şartlar paragrafı: Birinci Dünya Savaşı’nın yıkımları asla sarılamadı! Ve savaşta çocuk olmuş ve savaş sonrası Almanya’sındaki acayip devinimi, Hitler’i, Goebbels’i canlı canlı görmüş her adam gibi Adorno da aynı yolu seçmiş: Büyük güçler eleştirisini… Buna iki çerçeveden bakmak gerek: Öncelikle NASDAP’ın – ki Nasyonel Sosyalist Alman Partisi olurlar kendileri – kuruluşu ve fikirleri de Marx’a dayanır. Alman Materyalizmi’nin babasına… Bir farkla! Bu materyalizmi ve kapitalizm eleştirisini bir global baskına karşı korunmak üzerine dizayn etmiştir Hitler! Ulusal bir sosyalizm! Oysa ki Marx’ın kuramı tüm dünya insanlarının çalıştığı kadarını kazanması üzerine bir hayali vardı! Evrensel bir eşitlik! Hitler’in perspektifi, kapitalist güçlerden çok ağır darbeler yemiş bir toplumu sınırlarını koyarak savunuyor ve içişlerinde bir sosyalizmi öngörüyordu! Biraz fazla Platon’dan etkilenmişti Hitler. Marx’ın bir devlet kavramı yoktu örneğin; o sınırsız bir özgürlükten söz ederken Hitler, bunu coğrafyasına ve daha acısı ırkına yormuştu! Ve de Leninizm’in üzerine doğan Stalin’den de etkilenerek herkesin tırnak içinde devlet kapat tırnak için çalıştığı bir düzen şavullamıştı kendine. Zaten Reich İmparatorluğu’nun girdiği ve çıkamadığı savaşla şaftı kaymış olan Alman Halkı için en azından ırkının görsel eşitliği ve çalışan bir ekonomi umut olmuştu işte! Bir savaşın yıkımlarını biz bilemeyiz; cumhuriyet’in ilk yıllarını yaşayanlardan dinlemek / okumak gerekir! Asıl gerçek savaş, savaş sonrası o tazminatların ödenmesindedir! Tüm Osmanlı borçlarıyla emperyalizm karşısında dik durmak bizim Che Guevara’ya ilham olmuş başarımızdır! Her ne zaman “bu milletten bir bok olmaz” dense bu aklıma gelir! Hitler Almanyası’nı ve Nazizm’i eleştirirken asla durum / zaman / mekan tespiti yapılmaz! Çünkü kazananlar tarihi yazdıkları için tablo onların gözünden anlatılır! Tarihin objektifliği başka bir yazı konusu olsun ki an itibariyle ne alternatif tarihler anlatabileceğimi düşünüp susuyorum.

Adorno’ya nasıl bağlanıyor peki durum? Adorno, Marx’ın yarattığı yapının temelinden Hitler’den ayrıştığını savunarak, mevcut kuram uygulamasının yanlışlığıyla kendi eleştirisini masaya yatırmış. Dönemin hemen her akıllı başlı Alman’ında olduğu gibi (bkz. Bertholt Brecht) Ve bu acayip adam mevcut Almanya’nın özellikle propaganda yöntemlerini çok iyi inceleyip bunun bir “totaliterizm” olduğuna karar vererek ülkesinden kaçırılmış. Kafayı da “büyük güçler” dediği (tablo almanya’da olduğu için sermaye diyemiyor; çünkü dönem almanya’sının tek sermayedarı devlettir) zümreye takmış ve onların yönettiği bir alternatif dünyadan bahsediyor.

Adorno ve Arkadaşları, mevcut üretim sistemleri ve bunların oyuncağı olarak düşündükleri pozitifçilik / pozitist kuram / olguculuk’u sonuna kadar eleştirmiş ve Marx’ın görüşlerinin arkasında, onun söylediklerinden ayrı da bir alternatif üretmeden geçen yüzyılın etkileri hala devam eden eleştirel kuramını yaratmışlar ve Frankfurt’ta başlatıp ABD’ye taşıdıkları, savaş sonrası yeniden Frankfurt’a döndürdükleri okullarıyla alternatif bir tarihi gözler önüne sermişlerdir.

Bugün her sanatta Adorno’nun allahı olduğu kültür endüstrisinin esiri olduğumuz kanıksanamaz bir gerçektir. Adorno’nun açtığı kapıdan giren bir iki film saysam hepimiz sol kolumuzu havaya kaldırırız: Mesela Orwell, bu kültür endüstrisi ve totaliterizm eleştirisiyle var olmuş bir adamdır. 1984 ve Hayvan çiftliği’ndeki hemen her eleştirinin temeli Adorno’ya dayanır. 2000’lerin başındaki Matrix kıvılcımı mesela… Kubrick’in 13 filminin hepsi aynı makinalaşma eleştirisini taşır! Otomatik Portakal net bir güzellemeyken örneğin diğer 12 filminde de Kubrick o makina efektini bir yere sıkıştırmıştır. Her filmde mutlaka saat yönünde dönen, çarklara hapsolmuş, bir düzen fenomeniyle karşılaşırsınız! açalım ve bir de bu gözle izleyelim! Killing’le başlar Eyes Wide Shut’la biter! Düzen eleştirisi makinalaşmadan geçer Kubrick’te! Hatta Spielberg’e verdiği son filmini düşünelim: Yapay Zeka’yı… Sevgi, makina yaratır ya da makina sevgi! Çıkın işin içinden! Adamımızı değiştirelim; Alan Moore’dan bahsedelim! Bir çoğumuz tanımaz ama tarihin en acayip kritisist çizgi romanlarını yazmıştır. Mesela Watchmen’i… Bir çoğumuz bilir, makinalaşan doğaüstü adamın dramını oradaki! Totaliter deliye dönüşen muhteşem hafızayı… Ve Alan Moore söz konusuysa, bilerek sona sakladım V for Vendetta’yı! Guy Fawkes maskesi takarak kaçınız kaçıştınız Gezi’de gaza gelmişler gelirken? Bunların hepsi endüstri ve totaliterizm eleştirisidir kökünü Adorno’dan alan…

Charlie Chaplin, Modern Zamanlar’ı çekerken, sinemanın bir kültür endüstrisi olduğunun farkındaydı. Potemkin Zırhlısı’nı izlemişti örneğin Esienstein’ın. Potemkin, o dönem için komünist Rusya’nın bir eseriydi! Onun propaganda sinemasıydı! Yine Chaplin, Hitler’in yönetmeni Leni Riefenstahl’in acayip İrade’nin Zaferi filmini de izlemişti. Chaplin, efsanevi karakteri Şarlo’yu (ki asıl adı Trump’tır) hiç konuşturmadı. Yalnızca kariyerinin sonunda bir kez, The Great Dictator’da, Hitler’e çok benzeyen bir yahudi terzi güzellemesinde ilk ve son kez bunu yapıp karakterini öldürdü. fiilen bir ölümdü bu… Chaplin, sinemasının sonunun geldiğini anlamıştı. Bir çokları sonlarının geldiğini anlamıyorlar!

Bu kadar totaliterizmi eleştiren Adorno da anlamamıştı örneğin! Kendini o kadar çok Sovyet Rusya’ya yakın hissetmişti ki mevcut dünyada yapılan tüm büyük güç oyunlarının orada da yapıldığını hissedememişti. O yüzden çağa ayak uydurayım derken mahvoldu Frankfurt Okulu! Üretmek yerine eleştirdiği için!

Ahkam kesen herkes gibi…

Niye yazıyorum ki gece 4:30’a kadar… İşim gücüm mü yok benim! “Herkes gibi” olsam da “doğmayacak dogmatik hayaller peşinde” koşmasam… Uslu ve düzene ayak uyduran bir çocuk olsam:.. Bir kaç dişli arasında yaşlansam?

Farkımız yoksayın okur! Sadece Ben bungee jumping yapamam.. Lunapark’a gidemem. Yükseğe çıkamam…  Adrenalin alacağım alanlarımı korku semptomlarım kaplamış… Tek kolay düşündüğüm ve inandığım şey bir gün DGM’de yargılanmaktan onur duyacağım! Hele böyle bir DGM’de seve seve! Silivri çok güzelmiş diyorlar… “hell yeah” diyorum! Belki de bir kariyer ölümü planlıyorum. intihar, kayıtsız şartsız baudeliare’indir!

Bugün oturduğunuz yerden kalkıp gökyüzüne baktınız mı? Nasıl tuhaf bulutlar geziyordu ağlamak için? Farkında mısınız? Ve aslında daha 5 sayfa yazılabilecek yazıyı kısa kestiğimin de farkında mısınız?

Yazının gizli ana fikrine hakim misiniz?

Çok keskin bir soru var içişlerimizde çok keskin!

biraz 1980’i düşünün… biraz 1. Dünya Savaşı’yla bağlayın…

biraz Silivri düşünün biraz Nüremberg…

biraz chaplin biraz yılmaz güney…

biraz goebbels biraz jöleli…

biraz fethullah biraz adorno…

biraz Hitler düşünün…

ya da düşünmeyin…

Hitler’in oğlu yoktu!

are you watching closely?

 

0 210