Tren hep ağır aksak geçer bizim oradan… Sebebini sorsan, söylemez, dili yoktur ki bok yiyenin; neyinden korkar serçe parmağı kalınlığındaki ruhlarımızın bilinmez. Ama tren hep ağır aksak geçer bizim oradan. Topallaya topallaya ve her gece… Giyotinimiz bol olduğu için haklı olarak bizim oralara güdüz treni uğramaz zaten.
Post – Modern bir gerçeklikte gidiyordu adam, fibula kemiği kararlı, giysileri gitmeye müsait, çizmemsi pabuçları nemli. Bekliyordu bizim oradan hep ağır aksak geçen treni. (Fonda Harun Kolçak’tan Müptelayım Sana çalıyordu tam bu sırada. Niye çalmasındı? Gayet de çalabilir. İlla John Coltrane mi çalacaktı? Kim biliyordu lan adam gibi John Coltrane külliyatını? Tabii ki Harun Abi çalacaktı.) Filmin adını koymak gerekiyordu. Senaristlerin hepsi grevdeydi sanki sendikaları varmış gibi.
“Konuya dönün dağıtmadan” diyordu Kierkegaard! Tren buharlıydı ama acılarından duyamıyordu o malum, acı sireni. Adamımız vardı ya başrolde; gözleri buharlıydı. Trenden değildi, hüzündendi. Harun Kolçak çalmaya devam ediyordu. Eski bir aşkın ümitsizliği bulaşmıştı çizmelerine buralarda. Adam, gitmeliydi. Literatürde başka fiili kalmamıştı. Sıfatı? Milyonlarca. Türkçe, hüzünbaz sıfatlar konusunda çok çok zengindi. Adam, karakter analizinin yapılması konusunda son derece muhafakar olduğu için yazar, bu kadar yazabiliyordu hakkında. Bir de çok düşmüştü adam. Hakikaten de şanssızdı. Hiç kumar oynamadan kumar borçları ödemişti. Hiç evlenmeden nafakalar ödemişti. Şehir ona bunu yapmış olmalıydı. Şehir derken, “bizim oralar” yani. Kaldıramıyordu belli ki… Her zaman bir yeni başlangıcın peşinden sürüklenip haybeye acılar biriktiriyordu heybelerinde. Deve gibi de değildi. Küçücüktü, çelimsizdi, kaldıramıyordu artık. Bir kere kadersizliği kazımıştı buralara. Bir kere ümitsizlik zift gibi bulaşmıştı yaz-kış giydiği çizmemsi pabuçlarına.
“Yalnızlıktır dininiz” diyordu Boris Vian
Sonunda geldi bizim oradan ağır aksak geçen tren, durdu ümitsizlik lekeli çizmelerin önünde ince ince… Tren yolu da uzun ince… Hani AşıkVeyselvari… Bizim Adam, kapıdaki şapkalı dingile verdi biletini süratle. İçinden dürtüklüyordu birşeyler; inançları karaciğerini tekmeliyordu. Birşeyler olacaktı, olmalıydı! Her filmde, trene bindiğinde görürdü yalnız adam kadınını.
Bizim oradan ağır aksak geçen trenin genelgeçer yolculuğu o kadar da ağır değildi. Konuya vakıf olan Bizim Adam hemen bir perona daldı. Uzunca bir perondu, lokomotiften uzak, marşandiz duyulmuyordu. En önde yaşlıca bir başka Adam oturuyordu. Gözlüklüydü Yaşlı Adam. Yaşlı Adam’lar gözlüklü olurlardı böyle hikayelerde. Yazar, Adam gibi Adam’ların ilk harflerini büyük yazıyordu. Sol yanağında acılı bir iz vardı Yaşlı Adam’ın. Bir geçmiş travması. Bir tarih haritası. Burada konuya aç parantez, yanağında öcü bir iz gördüğünüz insanlara acımanız sizin acımasızlığınızdır sevgili okur. Sözümona eğer size öğretilmiş estetiğinize çirkin bir görüntü gördüğünüzde içiniz çekiliyorsa siz bir estetik faşistsiniz demektir. “Faşizm’in öyle dangalakça bir estetik bir boyutu yok” dediğinizi duyuyorum. Kulaklarım iyi işitiyor. Olsun diyorum o zaman size. Bunu da ben uydurdum. Hoşuma gitti, söyledim. “Aydınlanma Kölesisiniz” desem daha mı çok sevecektiniz beni? Siktir edin, konuya dönelim.
Yaşlı Adam’ın karşı koltuğunda tek başına oturan ve bir kitabı didikleyen Kadın, bir artezyen pavyonundan kaçmıştı. Kadın nereden mi çıktı? Hep orada oturuyordu sayın okur. Bizim Adam onu yeni görmüştü o an sadece. Yaşlı Adam’ın gözlüklerinden yansımıştı. Gözleri gök, teni ak, saçları kapkaranlık… Dediğidedik bir kadındı evet. Böyle öykülerde kadınlar olduğundan da dediğidedik olurlardı. elinde bir kitap… “Ama ne kadın” dedi Bizim Adam. Acılı bir aşktan önünü göremez olmuş her adam bir yanılgıya düşebilirdi. Belki Bizim Adam da bu saçmalığı hissediyordu. Bu, hikayenin devamında anlaşılacaktı.
Bizim Adam, saçma bir nezaketle izin isteyerek oturdu kadının yanındaki koltuğa, trene özenmiş gibi ağır aksak:
– İyi yolculuklar size, dedi.
– Size de.
– “Okumayı seviyorsunuz”, dedi adam. Der’di, hakkı vardı! Seviyora benziyordu kadın okumayı.
– “Okumak… sevmek? Kafiyeli konuşuyorsunuz”, dedi kadın. “Şair misiniz yoksa?”
– Kafiye? Özür dilerim nerede kafiye? Ben okuduğunuzu sormuştum sadece. Yani sormadım da teşebbüsüm o yönlüydü.
– Hem şairsiniz, hem de suyu yürütüyorsunuz saman altından!
– Bir şey yaptığım yok benim; taptığım sıfır. Sanırım sonuna kadar deistim. Şairliğim belki bir ama suculuğum sıfırın dahi altında! Az biraz, naçizane, sıfırın bir parmak üstünde işletmeciyim.
– İşletme derken? Kimi işletiyorsunuz?
– Sizin de yersiz kelime şakalarınız harika doğrusu. Bizim fakülte işletme fakültesiydi.
– Hangi fakülte?
– İşletme.
– Ben mi kötü şaka yapıyor oldum şimdi?
Boris Vian diyordu ki; “Kadının bütün düşüncesi güzelliği üstünedir, erkeğinki ise güzelliğin peşinden koşmak üzerine. Hep bu ikili nedenden ötürü birbirlerini neden anlayamadıklarını hayatlarının sonuna kadar sorup dururIar.”
Yani diyor ki Boris Vian; “sokayım Mars’ınıza da Venüs’ünüze de… Çağcıl dallamalıkları ben 100 sene evvel yazdım annem…”
Adam Boris Vian arasından önce kalan cümleye dönelim. O sırada fon değişmişti. Trenin kondüktörü lüzumsuzca Müslüm Gürses’in Nilüfer’ini çalmaya başlamıştı. Boris Vian’ın bu şarkıyı bilmesine imkan yoktu ama olsundu. Biliyormuş gibi yapabilirdi Boris Vian. Boris Vian’lar, “mış” gibi yapardılar.
Bizim Adam, hoyrattı. Konuyo orada bırakmazdı. Yazarın hıyarca parantezlerini yarıp geçti. Tam toparlayacaktı ki Boris Vian haklı çıktı.
– Konuların arasında sıçrayan bir Sergei Bubka efekti görüyorum cümlelerinizde. Beni güzel mi buldunuz.
– Uzun atlama hiç uzmanlığım olmadı. Güzellik de… Atlak bir adam mı hayal etmiştiniz bir trende tanışmak için yoksa Brecht seven birini mi?
– Bertolt Brecht?
– Tabii ya, Bertolt Brecht!
– Şaşırtıyorsunuz beni. İşletmeci değil miydiniz?
– Bir öyküyü Brecht’ten daha iyi işleyen biri var mı?
Güldü Kadın. Gülmeye hakkı vardı. Çokça vardı hem de… Çok güzel gülüyordu kocaman dudakları. Gözleri lens olabilirdi. Saçları bir katedralin dehlizi karanlığındaydı. Gözlerinde çok küçük bir sürme vardı, belliydi. Dudakları ruj muydu kendi rengi miydi çözemiyordu Bizim Adam. Klasik bir kadın mıydı bu? “Klasik” derken ekol olarak… Yoksa Müslümsel bir Post – Modern öykünün içerisinde olmasını yadırgıyor muydu? Yazar, bu kadını öldürmeli miydi yoksa “mutlu son” mu istiyordu? Kafası çok karışıktı adamerkil yazarın. Kadını konumlandırırken neye uğradığını şaşırmıştı. O sırada fonda Adele – Million years Ago çalmaya başladı. Yazar da rahatladı. Sonuçta toplumun %49’u bu şarkının Ahmet Kaya’dan çakma olduğunu sanıyordu İlhan İrem’i tanımadan.
– Siz Shakespeare bilir misiniz? Dedi Kadın.
Adamın sonsuz ve bitmez salaklığı kadını Shakespeare’engiz oyunlara yönlendirmişti. Kadın da haklıydı. Asalet dediği şeyi Aşık Shakespeare filminden öğrenmişti. Ve bildiği en iyi aşık o filmdeki Gwyneth Paltrow’du. Bizim adam kısmen lafazandı:
– Bilmesine çok iyi bilirim ama, şu “siz”lerden dolayı son derece rahatsızım. Resmi merci konuşmasını bıraksak da az biraz isim falan öğrensek olmaz mı?
– Adımı mı merak ettiniz?
– Yine “siz”li bir cümle!!! Bakın, ben bu konuda hassasım ve “siz”lerden son derece rahatsızım!
– Peki, tamam kızmayın. Adım… Unuttum doğrusu. Size “YOK” desem kabul görür mü?
– Yok? Adınız YOK mu?
– Evet YOK işte.
– Memnun oldum, ben de “YOL”!
– YOL?
– Bu da uzun ince bir yol işte. Aşık Veysel gibisinden…
– Anlıyorum…
– Ben de memnun oluyorum siz anladıkça. Merakım sonsuz yalnız! Kafanızda neler kurmaktasınız? (“siz”li cümleler mecburen ağzıma sakız!) Tren sizi nereye bırakacak? Burcunuz ne? Sigara içer misiniz? Bafra ya da Maltepe? Yoksa Amerikan sigaraları mı size yakın geliyor? Kolonyalı mendil ister misiniz, ya da sakız? Şeker, çiklet falan? Nerelisiniz? Hiç aşık oldunuz mu? Aşk hakkında ne düşünüyorsunuz? Gözlerinizin bu kadar güzel olmaya hakkı var mı? Lens deği değil mi? Ya saçlarınız… Boya mı, yoksa kendi saçınız mı? Vücut ölçüleriniz nelerdir? Ve vesaire vesaire…
– Konuşmanız akıcı; sanırım işletmeci olmalısınız. Ben de tiyatrocuyum tesadüfen!
– Neden tesadüf olsun ki? Her Amerikan filminde olur böyle şeyler. Yoksa siz, kürtvari yapımları mı tercih ederdiniz?
– Oralardaki kan ve gövdenin birbirine girişini konu etmeyelim romantik tanışmamıza n’olursunuz. Dünyanın yeni kurallarını aç parantez vesairesini… Canımız yanar.
– Yanıyor zaten.
– Canımı yakmayın lütfen. Bir çokları anlamaz ama benim canım post – modern aşklarda çok yanıyor.
– Sosyal mesajlardan arındıralım aşkı.
– Sizi sevmeye hükmüm olabilir. Diksiyonunuz aşksa, henüz tadamadım gerçeğini.
Aç parantez “MükemmeI aşk, insanın kendisini mutsuz edecek kişiyi sevmesidir.” Diyor Kierkegaard. Bok yemiş! (Tam o sırada fonda Nazan Öncel’den “Gitme kal bu Şehirde” belirir)
– “Anlamadım, tekrarlar mısınız?” dedi kadın. Der’di; onun da de’meye hakkı vardı. “Herkesin her istediğini söylemekte özgür” olduğu bir ortamdı.
– Ben aşkı tattırabilirim size izin verirseniz. Dileğim; kabak tadı vermemeniz.. Zira “siz”lerden son derece rahatsızım!
– Korkarım tatmaya aşkı, nasıldır?
– Eğer nefes alıp verişim, size heyecan veriyorsa mümkündür ancak. “Heyecan nedir”i sormayacağınıza eminim! Eğer aksiyse, müsaade edin de sorumu geri alayım!
– Sanırım beklemeli biraz, birkaç saat, birkaç dakika, saniye, belki ay, belki yıl, belki hepsinin kesişimi bir başka zaman dilimi… Sadece felaketimiz olalım. İsterseniz ben o oyuna varım.
(Yöntem, şahıs, din, dil, ırk, yer, zaman farketmezdi aşk için. Hiçbir yönlü akıl, deva olmazdı derdine. Vururdu, düşünmeden yarını ansızın.. Hatta apansızın!)
Gün ağarıyordu ki gözler birbirini aradı. Şapkalı adam “son durak” makamından uzunca bir gazel okudu. Tuttu adam sıkıca kadının elini, “Benimle evlen”i mırıldandı hiç düşünmeden. Kadın emme basma tulumba şekilli onayladı kafasıyla bu güzel teklifi; gözlerinde ışık vardı. Adam, bir, “uzun zaman oldu ama aşk beni uzun ince bir yolda buldu” ıslığı çaldı, izlediği filmlere kurban olur gibi. Çizmeleri, kendiliğinden parladı; “siz”ler kalktı ifadelerdem. Yerini “sen”li “ben”li söylemler aldı.
Güneş, bulutların ardına saklandı; rüzgârsa uzun ince bir yolda çaldı Aşık Veysel’in sazından “gündüz gece”!